29 Ekim 2009 Perşembe

Adaklar ve Şarkılar / Cengiz Kılıçer

Ben Hamparsum ... Hamparsum mu?
Bazen...

Rehincide kalmış saat
Emanetçide unutulmuş çanta
Beni bırakmak iyi gelirdi bazı kadınlara
Gibi Pazar günlerinde
Gibi kilise önlerinde
Ben, Hamparsum son kez diyorum ki
Alnınıdayayacağınkırıkbircamolmalıbırakıpgittiğindebiri
Bu karanlık alıyor gözlerimi
Bu karanlık alıyor gözlerimi

21 Ekim 2009 Çarşamba

Cennet Hasadı

Yaşlı bir kum gibi bakıyorum
sahile. Kalabalık. Tepkisel bir hareketlilik
ancak rüzgarla…
Seve seve cennetine kabul olurdum,
o kolay. Da, bir insan olmak
ne zordur ey tanrı, tam burada?

Kuru kuru seviniyoruz bazen
bir nesil, hep beraber: Denizin tuzlu suyuyla
kurulmuş, yine onunla yıkılacak
kalelerimize, odalarımıza ve
kuşatma anında kaçılacak kumdan
tünellerimize.

Cennete varmak, hâlbuki ne kolay!

Ben ilk delirdiğimde
bir kadim taş vardı kendi cennetimde.
Sıcak sulardan aşına aşına o
hamam gürültüsünde
kendi heykelime evrildi, nereye
gitsem bana bakan, beni işaret edip
her şey için beni suçlayan
mermerden bir ben oldu cennetim.

Cennetim de cehennem.
Cehennemimdir artık görmek istediğim.

Hiçbir şey iyi başlamasın heyhat!
Hiç-bir-şey.

……

Ben sonradan edindim
bu gözler önde, bu eller önde.
Ayak başparmağım kadar dengelidir
kulağım hassastır
gözlerim kadar, yine.

Sonradan öğrendim ben kardeşimi
ölen. Ölümü ve, hep aniden gelen.
Bedenim dikeldiğinde ruhum varmış öğrendim, eğildi.

Ritim vardı hep, müzik dedim sonradan.
Müzik, sonradan öğrendi beni.

Ben ilk delirdiğimde
yollar yoktu, tarlalar vardı
içinden koşarak geçilen.
Bilmedik ki hiçbirimiz
nereye varacağız.
Sonu olan bir yol yoktu.
Mısralar gibi uzar giderdi böyle
alçak buğday çimenleri, yeşil.

Ben sonradan edindim
ruhumu. Canımı. Günahlarımı.
Kaçardım tarlalarda bir yol bulmayı umarak;
bir buğday çimeninden sararmasını bekleyerek
aç geçti yolculuklarım.
Henüz bulduğum ruhum, buğdaylar erdikçe
eğildi. Canım acıdı çok.
Gece çalan davullarla buldum ritmimi,
müziğim baştan yanlış başladı.
Yanlışa yanlış dedi eğilen başım, günah edindim.
O büyük, sarı günah tarlasında, durmadan ruhumu
körelttim. Ben bunları hep
sonradan öğrendim.

Karanlıkta bir yıldız da çıkmadı ki karşıma
ay ışığını bırak. Onca yol yürüdüm döne döne aynı yerde,
dönüp gördüm; ancak bir başak kadar.
Toprağın dar merhametinde
sevişemeyen bir canlı kadar hükmüm olmadı,
gösterilmedi yol.

Ben sonradan öğrendim, yahu.
Yalnızmışım. Yalnızmışız biz.

Bazen bir leyl-i gecede
(böyle eskimiş bir hecede, böyle ucuz kafiyelerle)
buldum kendimi. Utandım.
Her şeyin çoktan keşfedildiği talihsiz bir nesildik biz.
Çoktuk. Talihsizliğimizden bir de, yalnızdık.
Böyle yazgı vuku bulmamıştır, layık görülmemiştir başka bir nesle.
Yalnızdık, oynuyorduk kendi kırılgan kumdan kalelerimizde.
Binlerce odada tek bir ocak bile yok. Üşüyorduk.
Üşüyorum.

Üşüyorum, bu olmamış buğdayların yeşil tarlasının içinde.
Işımayan her bir yıldızdan üşüyerek nasipleniyorum.
Tüylerim, çimenler kadar diken diken.
Hep beraber, ziyadesiyle öğrenip durduğumuz bütün o bilgiler,
artık her ne idiyse,
buğdayı ve çimeni ayırt edemiyorum.
Ben bunları sonradan bile öğrenemiyorum.

Ben ilk delirdiğimde
mantardan zehirlenen bir anne, on altı saate vararak
sarılırdı sevgiyle. Ruhu çocuklarına can bulurdu.

Değerdi bir şey, herhangi bir diğerine.
Tesadüfler değerli idi, mutasyonlar üredikçe ruha sahip olurdu.

Sonradan öğrendim ben,
yolsuz, ışıksız, ham bir
çimen tarlasında bir
deniz bile
kaybolurdu.