13 Aralık 2009 Pazar

Vazgeçiş Vazgeliş

Yol yakından dönülmez. Kar beyazken erimez.
Zamanı gelir her şeyin. Kuşlar göçer.
Yağmur tenini acıtır, havanın karanlığı
ağır, pamuk yorganlar gibi üzerine çöker.
Göremediğindir korktuğun, ileride.
Devamında yolun ufuk siyah bir çizgiye incelir.

Birkaç adım, biraz ağrı. Yağmur üzerine yağar.
Zamanı gider her şeyin. Kuşlar tersine göçer geldikleri yolun. Göçer.
Karanlık üstüne abanır, ufuk siyah bir çizgi.
Aklında durur; adımın sayıyla, korkun cesaretle saygı bulur.
Karanlık olmadan cesaret işlemez.
Yol yakınken dönülmez.

Bas erimeyen beyaz karın bağrına, acıma!
Adımlarını saysın gövdesinde, dönüp geriye de bakma.

Yol yakınken dönülmez. Acın büyür dönersen.
Kendini yaşayamayacağın yerde bırakma.

Ne Kelime Ama!

Az önce bir kelime duydum.
Çok olmadı, buraya gelmeden hemen.
Yumuşaktı, yuvarlaktı, sarı gibiydi rengi.
Biraz ilgisizdi sanki hayata karşı.
Diğerlerine bakmıyordu bile.
Kafası meşgul bir hali vardı.

Ne kelimeydi ama, ne kadar farklıydı!
Sesi, karakterini yansıtıyordu; güçlü, kayıtsız.
Beyaz kağıt üzerindeki görüntüsü de öyle.
Aslında kimseyi küçümsemeyecek kadar
mütevazı olduğu halde, kimseye
anlatamadığı, çok büyük bir derdi olduğu
için etrafındakileri takmıyormuş gibi duruyordu
uzun bir cümle içinde, tek başına.

Ne kelimeydi ama, ne kadar da etkileyici!
Az önce duydum, çok olmadı.
Bembeyaz bir kağıdın üzerinde parlıyordu.
"Et var bunda" dedim. Aldım buraya getirdim.
Nasıl ama?!

Su Günahı

Su kendi renginde yoğrulur
günah suyun renginde.
Bırak ağzın su gibi şeffaf
bir damla günahla dolsun.
Bana biraz yalan söyle ne olursun!

Bu su, yasak su ruhlara.
Nasıl da kirliyim tanrım günahsızlığımdan.
Dört duvar, biraz pencere.
Biraz sokak, dört araba.
Akan, duru bir su gibi
aslında
hayat.
Suya dokun.
Dokunalım suya.

Yavaş çekim yağmurda
kocaman bir damla geçiyor şimdi
tam gözlerimin önünden.
Bir günah kadar güzel artık sokak.
Güzel yol. Pencere güzel. Duvarlar,
bir su damlasının ardından!
Ne yapmalı, nasıl durdurmalı bu anı?
Nasıl bekletmeli önümde bu su damlasını?

Belki çayır, belki çimen
beslenir, katlanır yağmurla yollara.
Hamile bir kadın yüzü gibi güzelleşir
kaldırımları.
Kokusu bebek kokusu olur.
Tam cehennemlik olur şimdi sokak!
Hali bilinir hal değil.

Var bu, günah var!
Su gibi var, varsa sokak gibi yol.
Onun gibi sayılmaz şeklinin sayısı
ve esnek onun kadar.
Eğer varsa cehennem, günah günahsa
ıslanalım gel beraber
boğulan çıkmaz yollarda.

Bırak ağzın su gibi şeffaf
bir damla günahla dolsun.
Bana biraz yalan söyle ne olursun!

12 Aralık 2009 Cumartesi

Beni Nasıl

Beni nasıl bilirdiniz?
Bir elmanın dalı.
Koşumunda nal kadar zümrüt
parıldadığı halde acıyla
kişneyen nankör bir atımdır
halbuki, son tahlilde.

Kamaşınca gözüm, bir çakıl taşından
kaldırımda parlayan;
vicdanım korunmasızdır,
etkilenirim bile, bayağılıktan.

Bani nasıl bilirdiniz?
Bir kızın yorganı.
Bir adi bakış yakar ancak
ensemi masumane;
onca günah içinden.

29 Ekim 2009 Perşembe

Adaklar ve Şarkılar / Cengiz Kılıçer

Ben Hamparsum ... Hamparsum mu?
Bazen...

Rehincide kalmış saat
Emanetçide unutulmuş çanta
Beni bırakmak iyi gelirdi bazı kadınlara
Gibi Pazar günlerinde
Gibi kilise önlerinde
Ben, Hamparsum son kez diyorum ki
Alnınıdayayacağınkırıkbircamolmalıbırakıpgittiğindebiri
Bu karanlık alıyor gözlerimi
Bu karanlık alıyor gözlerimi

21 Ekim 2009 Çarşamba

Cennet Hasadı

Yaşlı bir kum gibi bakıyorum
sahile. Kalabalık. Tepkisel bir hareketlilik
ancak rüzgarla…
Seve seve cennetine kabul olurdum,
o kolay. Da, bir insan olmak
ne zordur ey tanrı, tam burada?

Kuru kuru seviniyoruz bazen
bir nesil, hep beraber: Denizin tuzlu suyuyla
kurulmuş, yine onunla yıkılacak
kalelerimize, odalarımıza ve
kuşatma anında kaçılacak kumdan
tünellerimize.

Cennete varmak, hâlbuki ne kolay!

Ben ilk delirdiğimde
bir kadim taş vardı kendi cennetimde.
Sıcak sulardan aşına aşına o
hamam gürültüsünde
kendi heykelime evrildi, nereye
gitsem bana bakan, beni işaret edip
her şey için beni suçlayan
mermerden bir ben oldu cennetim.

Cennetim de cehennem.
Cehennemimdir artık görmek istediğim.

Hiçbir şey iyi başlamasın heyhat!
Hiç-bir-şey.

……

Ben sonradan edindim
bu gözler önde, bu eller önde.
Ayak başparmağım kadar dengelidir
kulağım hassastır
gözlerim kadar, yine.

Sonradan öğrendim ben kardeşimi
ölen. Ölümü ve, hep aniden gelen.
Bedenim dikeldiğinde ruhum varmış öğrendim, eğildi.

Ritim vardı hep, müzik dedim sonradan.
Müzik, sonradan öğrendi beni.

Ben ilk delirdiğimde
yollar yoktu, tarlalar vardı
içinden koşarak geçilen.
Bilmedik ki hiçbirimiz
nereye varacağız.
Sonu olan bir yol yoktu.
Mısralar gibi uzar giderdi böyle
alçak buğday çimenleri, yeşil.

Ben sonradan edindim
ruhumu. Canımı. Günahlarımı.
Kaçardım tarlalarda bir yol bulmayı umarak;
bir buğday çimeninden sararmasını bekleyerek
aç geçti yolculuklarım.
Henüz bulduğum ruhum, buğdaylar erdikçe
eğildi. Canım acıdı çok.
Gece çalan davullarla buldum ritmimi,
müziğim baştan yanlış başladı.
Yanlışa yanlış dedi eğilen başım, günah edindim.
O büyük, sarı günah tarlasında, durmadan ruhumu
körelttim. Ben bunları hep
sonradan öğrendim.

Karanlıkta bir yıldız da çıkmadı ki karşıma
ay ışığını bırak. Onca yol yürüdüm döne döne aynı yerde,
dönüp gördüm; ancak bir başak kadar.
Toprağın dar merhametinde
sevişemeyen bir canlı kadar hükmüm olmadı,
gösterilmedi yol.

Ben sonradan öğrendim, yahu.
Yalnızmışım. Yalnızmışız biz.

Bazen bir leyl-i gecede
(böyle eskimiş bir hecede, böyle ucuz kafiyelerle)
buldum kendimi. Utandım.
Her şeyin çoktan keşfedildiği talihsiz bir nesildik biz.
Çoktuk. Talihsizliğimizden bir de, yalnızdık.
Böyle yazgı vuku bulmamıştır, layık görülmemiştir başka bir nesle.
Yalnızdık, oynuyorduk kendi kırılgan kumdan kalelerimizde.
Binlerce odada tek bir ocak bile yok. Üşüyorduk.
Üşüyorum.

Üşüyorum, bu olmamış buğdayların yeşil tarlasının içinde.
Işımayan her bir yıldızdan üşüyerek nasipleniyorum.
Tüylerim, çimenler kadar diken diken.
Hep beraber, ziyadesiyle öğrenip durduğumuz bütün o bilgiler,
artık her ne idiyse,
buğdayı ve çimeni ayırt edemiyorum.
Ben bunları sonradan bile öğrenemiyorum.

Ben ilk delirdiğimde
mantardan zehirlenen bir anne, on altı saate vararak
sarılırdı sevgiyle. Ruhu çocuklarına can bulurdu.

Değerdi bir şey, herhangi bir diğerine.
Tesadüfler değerli idi, mutasyonlar üredikçe ruha sahip olurdu.

Sonradan öğrendim ben,
yolsuz, ışıksız, ham bir
çimen tarlasında bir
deniz bile
kaybolurdu.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Özlemin Vücudu Yaktığı

Ateşim yükseldi, bir sirkeli bez koy
alnıma. Kokusu yaksın da
bir an
uyanayım korkulu rüyalardan.

Endişeli gözlerle başında dur
yalnız yatağımın. Bir bardak
su vermeyi bile bileme,
beni düşünme kaygılarından:
Ben 'su' diye sayıklarken, gözümden
anaç bir merhamet aksın.

Kendime gelemeyeyim, ateşim yükselsin.
Dudaklarım çatlak bedenim soğuk terlerken,
tenimi acıtan bir gülümseme belirir
plastik sandalyenin tepesinde varsan
sen.

30 Temmuz 2009 Perşembe

Sahici Kendi ile İlk Karşılaşma

Ben hep böyleydim
yırtılan bir gömleğin yakası
yahut dikeni, dalında solmuş bir gülün.
Artık olmayan bir ayakkabının bağcığı,
kire düşmüş bir parça kurabiye hamuru...

Ben hep 'eskiden' işe yarar gibiydim.

Şurada bir açık pencere var
şurada
tüm sesleri ahlaksızca içine alan
şurada.
Bir nara işittim, aşkı çağrıştıran.
Aşk; kaba, çağıran, ölüsü yıkanmış.

Ben hep bitince avunulan gibiydim.

Sabahında bir seyyar satıcının
hala uyumakta olan müşterisine haksız hıncı.
Karpuzun, salatalığın çekilmiş suyu; yahut,
günbegün çürüyen bakır bir gramafonun
satıcısıyla ahenkli cızırdayan
asla kullanılmayacak sesi idim.

Ben hep bir ölünün intikamı gibiydim.

Yorganda gül deseni,
rüzgarda kıpırdanan gelin tülü,
alengirli aletin ışıklı turbo düğmesi
yahut en fazla gösterişli kartonpiyeri
küf tutmuş bir duvarın.

Ben hep afili bir heves gibiydim.

Bir kovuldum ki hayalden,
tekme tokat.
Kalorifer peteğinden sarı arılar,
televizyonun standby ışığından ateş böcekleri fışkırdı.
Dizi dizi cd.ler, kitaplar kütük olup doluştu gözüme.

gözümün müşterisi, kulağım idi,
sattım derdimi sözle, bir yanıt bekledim durdum.

Sonra bir ses iç bulandırıcı, ta kafamın dibinden
Ben kendimi, kendi ateşimde yanar buldum.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Sabır Delicisi

Sabrın kıyameti erken olur.
Yemşeşil bir bahçe içinden
asi bir mavi ağaç gelir,
manzarana oturur.
O kadar da yolmuşsundur
halbuki, yabani otları.

Dağlar yarılmaz belki
ay çatlayıp da ortasından
birdenbire, ikiye ayrılmaz.
Araf... yalan olur.
Sabrın kıyameti, şaşırırsın
tek başına kavga veren
minik bir mavi ağaçta
vücut bulur.

7 Haziran 2009 Pazar

Kendi Gölge

Bir dolu, bir yarı
Bir ay besliyorum evimin balkonunda.
Gidiyor, geliyor. Seslenmiyorum.
Gidiyor, batıyor
Doğuyor, geliyor
apartmanların çatılarından.

Gelecek bir gün, bekliyorum.
Alışacak buralara. Apartmanlara.
Bir dolu gibi, birçok boş.

"Nedir bu durum
onca yer gördüm, böyle kananını görmedim
gölgelere.
Gölgelere.
Gölgelere."
Diyecek. Gelince.

"Benim islamım sensin
Senin yüzün gölgen hürmetine
koca güneşi bunca günah saydık.
Bunca günü, açlığı, kanı
senin hesabına yazdık.
Bir sır ver, çok mudur?"

Diyeceğim.

"Bir sır ak, apaçık:
Bunca methiyeyi siz,
töreyi, geleneği
bana değil
kendi gölgenize yazdınız."

Değerli Defter

Berna'ya

Dostum, korkmuyorum
aramızda olanlardan, olmayanlardan,
unutuşlardan, kopuşlardan,
güzel hatıraların yalnız fotoğraflarda kalışından.

Ne kadar uzak da kalsak
ne kadar sessiz de olsak
az değil aramızda
bir geçmiş uzanmasıdır bahsettiğimiz.
Sinirlenip, yırtıp atmaya benzemez
bir mektubu.
Değerli bir defterdir artık aramızdaki.

Dostsun, paylaşmışız zamanında yüreğimizi.
Yerine yenisi konsa da geçmiş zamanın,
her gün yeni biri gelse de önümüze,
o parça senin değil artık bendeki
sendeki de benim değil.
Kopunca kanayan
eksildikçe küçülen
büsbütün bir yürek artık
bizimkisi.

2 Haziran 2009 Salı

Asi Bok

Bir parça bok, harekete geçirir
oturtmaz sandalyesinde
babasından azar yemiş de içine yutmuş
dünya yükü bir ergeni. Bile.

Zombilere inanırdım eğer
bir biliminsanı
hala kakalarının geldiğini söylese
ölülerin.

Bir gün daha tana erermiş
gübreyle mezardaki kemikler yeşerirmiş.

Şimdi bol yağmur gerek.



Tartışmaya buradan.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Uslu Çocuk

Bir yol ver, gözünü seveyim!
Onca zaman boşuna mı taşıdım bir sırt dolusu yükü.
Adımı utandırmadan yürümek kolay mıydı
sanıyorsun yürümek, adım adıma.
Bir çekil, rahatla, seril.
Bir ser ver, yüzüm suyu hürmetine.
Bir kez de sen ver!

Bir şiir okudum dün, karanlıktan çıkan
Özel'den özel, düşünmeden ilk defa
böyle çıkar mı ki karanlık benden
dökülerek kendi yatağında.
Aklımdan bu uslu çocuk
yürür gider mi, biter mi
artık heyhat
demeden.

Bir kez de sen konuş haydi,
allahını da severim!
Düşünmeden akla düşen, bir kez.
Bir hücremi daha öldürmeden böyle,
olur ya, kendiliğinden. Yol bulamam
sen yol vermeden.

Bu uslu çocuk, çoluk çocuk
yürür gider mi böyle?

10 Mayıs 2009 Pazar

Hah!

Mesela,
kumdan bir kale düşünsem.
Bir çocuğun minik elleriyle
güneş altında
saatlerce durmadan
dolan ve boşalan
ve kıçına vurulan
plastik kovasına yaptırdığı
çirkin
kumdan bir kale düşünsem.

Düşüncem,
her bir kum tanesi kadar bağıntılıyken kaleyle
bir dalga alıp gitse, hiç ardına bakmadan.
Üzülsem.

Ve lütfen artık böyle
bile bile
üzücü şeyler düşünmesem.

Başlık : Sevgi : Korku

Başlığını korku koydum sevginin.
Sevdikçe kendinden uzaklaşıyor çünkü insan.
Sabır ve oyun; sinir ve mide rahatsızlıkları
ve katlanmanın binbir türlü bedelinin
farkındasın sen de;
sen, okuyan!

Ne kadar çok severse,
o kadar uzaklaşıyor kendinden insan.

Korku koydum başlığını sevginin.
en çok sevendir çünkü
kendinden en çok korkan.

Böyle

Bazıları yalnızdır, böyle denir.
Susmaktan ve çekinmekten oluşur vücutları.
Yabancıdırlar kalabalıkta
ve çokluğa uzak öylecek dikilirler
tek başlarına.

Bazıları yalnızdır, böyle kabullenilir.
Bereketlidir sessizlikleri, az konuşurlar.
Aynalardır çevreleri, duvarları, lafları
ve ancak kendilerinde çoğalırlar.

Bazıları yalnızdır, böyle bilinir.
Gözleri hep bilinmeyen, sabırlı dünyalara dalgın.
Ne yapsalar üşür tutulmayan elleri.
En küçük bir çoğul kuşatmada
bir bir yıkılır kaleleri.

Bazıları yalnızdır, böyle söylenir.
Konuşmadan bitirirler gecelerini.
Mutsuz bir çocuk, katlanılmaz bir baba,
aranmayan arkadaştırlar
kalabalıklarda.

Bazıları yalnızdır, böyle bilinsin
ve minnettardırlar yalnızlığa.
Birbirlerinde çoğalan, çoğaldıkça kokuşan
insan kalabalıklarına olan çıplak nefretlerini
giydirirler çünkü onunla.

Bazıları yalnızdır, böyle kabullenilsin.

Olmadan

Yaklaşıp uzaklaşan sürekli
kokladığım, duyduğum, hissettiğim
ama bir türlü göremediğim
karanlık bir saat sarkacı,
ışıksız bir yıldız gibi
aramızdaki.

Sahi
neden vazgeçmiştik biz birbirimizden?
Hangimiz önce saklamıştı kendini,
hangimiz zamansız çırılçıplaktı?

Köprünün bir ucunda ben
diğer ucunda sen.
İki inatçı keçi gibi ama
henüz ortasına bile varmadan yolun
suya attık
kendimizi.

Henüz inatlaşmadan.

5 Mayıs 2009 Salı

Ağaç Ağlar Da Kuş

Orman görünenden daha uzak.
Oralardaki tek ağaç halime hüzünlenerek bir kaçırdım yapraklarımı
sonra silkinip kendime geldim. Köklerim toprak, havada ellerim.
Ben kocaman, ben ulu, ben tek başıma daha neler değilim ki, hey!

"Oysa ki yaklaşmıştınız doğru olana" dedi unutmadan yanlış vurulan
hedefleri, kondu. Şımarık. Tek başınalığımın içine laflar soktu.
Oysa bir aptallıkla bağlanmadan, konmadan uçan oydu.
Fark edemiyordu. Soğuğa kaygılı, sapana korkulu, yeryüzüne tek taraflı bakan,
evet, oydu! Benim aklım kurumakta iken ona sular fazla geliyordu. Değer bilmiyordu.
Acımıyordu.

"Ben" dedim "orman değilim."
"Eh, böyle çoğul olunmaz ki kibirle tek başına, uzak ve kayıtsız" dedi. Terbiyesiz.
"Sen" dedim "uç sade, anlatmak için ömrüm yetmez. Seninki hiç yetmez hele."
Küçümsedim, acıdım. "Siz" dedim, "çoksunuz bak sürüyle, gürültülü.
Ama yine yetmemiş çoğul olmaya, yalnız takılıyorsun bak buralarda. Ben yalınım, uluyum, bilgeyim. Memnunum da. Hep öyle oldum." dedim.

"Kuş beyinli seni, hiç bir şey bilmiyorsun! Orman gelemez ki yamacıma." demek isterdim,
"Söyle kuş beynine, yormasın beni" de demek isterdim.
Büyüklük bende kalsın hadi, vazgeçtim.

"Gölgen" dedim "kuruttu yapraklarımı. Ve sesin, ne de çekilmez! Pençelerin de batıyor.
Çek git artık sevincini de alıp lanet orası, buradan! Bir daha da uçma buralarda, uçmayın yani böyle" dedim.

Güldü ki, hayret. "Uluymuş, bilgeymiş... Peh! Sen" dedi "böylesin, böyle olmuşsun. Orman gelecek değil yamacına elbette, sen gidecek değilsin. Ama bak ben varım, benimle en azından 'iki'sin. İlk adımdım oysa sana 'çok' olman için. Tepiyor musun yani beni?

Eh, bu kez kendin kaybettin. Gidiyorum."

Ah, orman hala görünenden daha uzak.
Oralardaki tek ağaç halime hüzünlenerek kaçırdım yapraklarımı.

Yakıntı

Gözüm, gökyüzünün bir parçası
yıldızı değil belki, ancak karaltısı
olmasından yerinmem.
Kaça çıkar siyah, ipekten bir gökyüzü
yıldızlarla delinmiş?

Bir elimle yırtarak... Samanyoluymuş!
Keskindir tırnaklarım, gücü yerinde.
Anlıyorsun bir yıldız kimden çıkar daha:
Daha doğurgan bir karnın gebeliğinin
samanyolu ağırlığından.

En kolayı,
parlak bir ayın
geniş yüzeyine sığınmak
genişleyip daralarak.

Gözüm sözde kaldı
yıldızlar hala gökyüzünde.

Kendi

Hiç olamadım, kendimden fazlasını
bulamadım. en az sahip benken zihnime
getirdiklerini neden aldım, anlayamadım.
Böyle şimdi masada, kafası dumana gömülü
kendi hayalinden bile korkan gölge ben miyim?

Sarpa sardım.
Gömüldüm.
Çıkmaz yolumun sonuna bir türlü ulaşamadım.

Yetisine, yeteneğine
görüntüsüne, gürültüsüne,
bir bardak gibi sınırlı kapasitesine,
ve sairesine...

Ben kendime bir tülü alışamadım.

Şerefe

En kötü günümüz böyle olmasın sakın.
Korkarım yaşamaktan.
Parçalanıp etrafa saçılmış, yeşil, cam bir
sürahi gibi kalır kalbim ortada.

Yeni üflenen bir sigara dumanı
ya da havada asılı duran beyaz bulutlar gibi
düşündüğün her şekle girebilmeli
hayat.
Nefessiz kaldığın her anda
buzlu havası acıyla solunmalı.

Heyhat!
Hayat
çoğu zaman boktan olmalı.

Aşkın Dibi İçin Kullanma Talimatı

Onu hatırlatan her türlü şarkı
Ona yazılmış onlarca kötü şiir
Onun için okunmuş kitaplar, saklanmış özlü sözler
birkaç mum, alacakaranlık,
çokça yalnızlık, bolca şarap, ıssız bir oda parçası
hasta bir ruh hali ve takıntılı düşünceler
özenle yerlerinden alınıp
en açık alana dizilir.

Korku, şaşkınlık, sevinç, üzüntü
her türlü duygu içinde kalmış
ve yıpranmış, kanamış
solgun bir kalple birlikte
an harlı ateşte kavrulur.

Başına durulur.

İntihara yaklaşıp tadını kaçırmamanın püf noktası;
kısıtlı zaman.
Unutmadan, ön hazırlık:
Ona ulaşılabilecek her türlü iletişim aygıtı fora!

Yapılış aşamasında servis edilir
Çok sık yapmak tehlikelidir.
Beklenmeyen etki görülmez ama
sonrasında yoğun sosyal ortam tavsiye edilir.

Kronik yalnızların ulaşamayacakları yerde saklayınız.

1 Mayıs 2009 Cuma

Denizanası

Bir gün, yüzünü denize eğmiş
denizanalarını izleyen
sırt çantası şişkince
bir genç kız görürsen
Haydarpaşa civarında,

Koşarak uzaklaş zira,
en saçma olduğu için
en akılda kalacak fotoğrafını çekiyor olabilir
hayatının;
kirden, pisten,
vapurdan ve müthiş bir manzarayı izlemekten
'ayaklanarak' mutantlaşmış şeffaf hayvaları
izlerken.

Şiir Neden Bayağıdır?

Şiir, aslında bizim 'bayağı' diye adlandırdığımız her şeyi kapsar.
Şiir, aslında 'bayağı'dır.

"Aşağılık, pespaye, aptal ve salak"tır.

"Her kişi" anlamına geleni yanlış yazacak kadar "herkez"in "Ben bir ceviz ağacıyım" için bir kalp kabarıklığı yaratması 'şiir'dir.

Sigarasını yakacak çakmağında gaz kalmadığı için gazı iteleyerek çakmak taşını zorlayan 'sıradan yaşayan' da "ben sende bütün aşklarımı temize çektim"den çıkarır çıkaracağını... Ve daha kimbilir ne 'bayağı'lar idrak etmiştir ki; "göğe bakma durağı" bir otobüs durağı değildir.

Şiir, şairin düşünmediğini düşündürtmesi kadar 'şiir'dir.

Öylesine okuyanın -belki de- bir ömür boyu unutmayacağı bir satır yazmak, bir 'şair'in işidir.

DenizinGökyüzü için;

"Gel bağlara gidelim seninle, bir bağbozumu vaktinde"dir,

"Asu gel, SolFaSol otobüsüne binelim"dir,

Öldüğünde annesinin terliklerini öpen kızdır.

Kaynak -her halükarda- gereksizdir.

Şiir hayattır ve hayat bayağıdır.
Kaynak, izafidir.

Şiir hayattandır, hayatın suyunun gözü belirsiz,
ortamı farazi, yazanı hayatsız, hayatı geniştir.

Şiirin hayatı fotokopiyle çoğalır, şair
bir cümle ile hayata kazınır.

Canavar

Korkulu bir alkış
iç ahalimden! Bravo!
İlk adımım zemine
dolabın içinden çıkan,
-yatağın altından veya-
bir canavara karşı:

Öyle söyle ki, yüksek sesle:
"Böyleyken böyle.
Ben 'bir bir' yarattım kendimi
bir koca kafalının zihninde.
Amma ve lakin evet,
varım işte!

Kendimi koydum varlığa,
bir de
bir zafer yarattım
yüzümü yüzüne
gösterene"

Alkış. Kıyamet.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Lahana

Kocam beni aldattı.
Ben hamileydim.

Çocuk geldi. Göbeğim şiş.
Ben lahana yiyiyorum.

Gel de beni yargıla.
Lahana yiyorsan.

Müzik?

Şarkı. Şarkı. Şarkı.
da nedir ki? Ey!?
Bir kum tanesi senin okyanusunda.

Yanlış. Yanılış. Yanılış.
Kim soktu seni oraya?

Çık!
Bir insan hayatı.
Yaşamı.
Ömrü.
Yetmez seni içine almaya.

Çık! Aşk'tan çık. Yaşam'dan çık.

Evrende sıkışmış bir 'insan'ın
İnsan'da sıkışmış bir an'ında mıdır
tüm varlığın?

Sen bize uyma.
Yargıla varoluşunu.

Varlığının ancak 'şarkı'larda görünüşünü yargıla.
Yarattığımız tanrılardan önce sen vardın. Tekrar kanıtla
varlığını!
Kanıtla.

Biz vardık. Sen vardın.

Maçur

Bir beşinci sınıf akşamında
gibiyim. Bir çocuk
ne hissediyorsa aşkla ilintili
evet, onu hissediyorum.
Utanıyorum artık
içimdeki çocuktan.

Büyümüş olmalıyım.

Kazanmam gereken bir yarış
önüne geçmem gereken bir rakib(e)
kanıtlarını sunmam gereken
bir entellektüel hafıza;
okuduğum kitaplar, izlediğim filmler,
biriktirdiğim parça parça hayatlar.
Kalmadı. Elimde patladı
hepsi.

Zira yetmiyor artık bilgim, birikimim
kendimi hararetle savunmama:
Aksine karşı
meydan savaşları veremiyor hafızam
aynanın karşında.

'Sır'rım yoğunlaştı.
Çok keskin artık yansımamın çizgileri.

Ama hala
bir çocuk parkında, bir salıncakta
büyülenmiş gibi kötü cadının lanetiyle
gidip geliyorum
gidip geliyorum
düşüyorum. Kalkıyorum.

Tüm gerçeklik buymuş meğer. Onca yıl
boşuna çözümlemişim kaderi
allahı, dini, ahlakı
boşuna kararlar vermişim.

Bir ses. Terk edilmiş sigara dumanı.
Asla sonuna varılmayacak bir 'tek' gece.
Mutluluk.
Artık kabul edilemez 'diğer' oluşum bedende
Kendi başıma. Yalnız. İsteksiz.
Az. Öz.

Büyümüş olmalıyım.

14 Mart 2009 Cumartesi

Kapalı Düşünceniz

Yaklaşıyor gün doğumu, bitime yakın her şey. Hoş çakal’ı yok.
sabrediyor gece, hareketsiz bir saat sarkacı kadar esrarlı durgunluğu
Boynunuz ağrıyor biraz, kollarınızda da güç yok.
Dalgalarınız gittikçe yoğunlaşıyor, duruyor, tekrar başlıyor.
Uzun bir karınca kervanı gibi sıralanıyor geçmiş önünüzde
ve işte tam oradasınız, hepsinin ortasında, kafası öne
en eğik olan. En düşünceli şimdi. Bordosunuz.
Arkadaş* bordosu.
ama bitmiyor hareket. geçmiş her yeni günle durmadan
ürüyor, ürüyor, ürüyor; ve gülüyor sizin telaşınıza, kafası
öne eğik duruşunuza, korkunuza, ancak bir karıncanın olabileceği kadar endişeli
duruşunuzu, başka, daha büyük amaçlara yoruşunuza
Ritim bozukluğunuza, boyun ağrınıza, romatizmanıza.

İşte tam buradasınız. Bütün tersliklerin –nedense- merkezinde olduğunuzdan
onları sizin yaratmış olabileceğiniz düşüncesi. Çevrenizde gizli kapaklı kahkahalar.
Aptallık! Körlük! Değer bilmezlik! adlı tepkilerdesiniz.

Oysa doğru efendim! Kendinizi kandırmayın.
Peki ya başka seçeneğinizi olsa?
Peki ya geçmiş sizi yarattıysa?
İşte, başka bir kapısı daha varmış bu köhne mağaranın.

Ama lütfen söyler misiniz; kimsiniz siz?

* Arkadaş Zekai Özger

Rutin

Unutuldun çoktan
bu günlük rutinde, sokakta, kaldırımda,
servis dönüşü içinden geçtiğin
ölüm acısı bağırışlarla dolu hastane bahçesinde
yürürken, geçerken, uzarken eve
her gün
unutuldun ve unuttun belki de.
Aklına gelmemiş olduklarından
onların
seni de unutmuş olduklarını bile unuttun.

Hareket ediyomuş gibi görünen.
durağan bir yanılsama; rutin.
Duran bir nesnedir dönüştüğün.
O masada, bilgisayar başında
Her sabahtan, her akşama.

Islak

Islaklığım iyidir her gece.
Böyle bir dirim göstergesi.
Hani en lafını etmediğimiz zamanda bile
aklımıza gelen o sevişme sahnesi.

Dudakları çukurdu
gözleri safir.
Ters-yüz edilmiş iki gerçek.

Sokulgan bedenler
ıslak.
Yeni, çekingen ve korkak.

Hani sorarsın nerede geçmiş
Gelecek?
O haz, artık bir silgi;
yazıldıkça siler tedirginlikleri
silindikçe yazılsa da.

Sanırım

Sahipsiz sokaklarım, akşam ışıklarım durgun.
Yokluğum yokluk, kovulduğum çokluk.
Sabırsızım katılmaya, yalıtılmaya, soyulmaya.
Bir gün mutlaka adına
bir "aşk şiiri" yazılacak "aşk adamı"!
Sorguladıkça eskiyen günlerini önüne al
ve yaşamaya başla tekrar!
Ritmini bozmadan düzenli aralıklarla yan yana konmuş dertlerin
iyisi mi beraber ritmi en bozuk yere gidelim!

Işıksız sokaklarım, sabahlarım selamsız.
Yarıp kalabalığını içeri girdim düzensiz şehirlerin.
Hayıflandığım acı; yıkıntılar belirdi sular çekildikçe.
Kapım aralık hâlbuki itince açılıverir.
İçeride hiç durmadan düşündüğüm küçük fikirler
Birer balık olmuş yüzüyorlarsa şaşırma.

Her defa yalnızlığı kafasına vurulmuş aşk adamı!
Yontulmakla düzleşmiyor alışkanlık işte, alışıksın,
Ardında adın, odanda balık.

Akşam haberlerinde söylenir şimdi, yitim var!
Bakışımım sürekliydi, eskidim yazıldıkça.
Durmadan yanıp sönüp bakışıyoruz karanlıkla.
Bir dakika bekle, iki saat bekle, yarını bekle.
Koşullandığım zaman; hafta, gün, saat...
Gücümün yoklanması, iletimin yollanması
bitince ben seni ararım.

sanırım.

Siz

Kime gülüyorsunuz öyle içten, kendinize mi?
Kimin için soluyorsunuz buranın havasını?

Görmeden bilemem, haklısınız;
küçümseyen tavrım sevimsiz ve anlamsız.

İtiraf ediyorum size, korkmuştum.
Korkuyu mürekkep gibi akışkan,
yazı gibi, harf gibi ilintili yaptım kendime.
Yetmedi. Siz bilemezdiniz. Hayır.

Kimse bilemezdi
neden güldüğümü orada kendime, öyle içten
kimin için soluğumu o havayı günlerce.

Bar

Kapanış saati geldi
Bardakları yürütmeyelim.
Karanlık olur. Ne olur…!
Salmayın kızları.
Kızlar giderse, gider insan.
işte, en asil gerçek budur unutmayacağın.

Yalnızım, bir tabureyim.
ve yahut bir tezgah zemini: parlak.

Yorgunum, bacağım önüme düşer.
Hayatım siyah beyaz bir fotoğraf sergisi;
aleni
hem de
gizli
gözlerimin önünden geçer.

Hocam be, gel çakalım bir tane daha!
Nasılsa düzen boktan
iyi değil sağlam görmek her şeyi.
Böyle kopuyor işte insan, böyle korkmadan.

Karanlık olur bu gece de, kızlar gider.
Oysa nedir kapanmak, açık mıydık ki?

Yalnızım, bir masayım.
ve yahut bir basamağım: yeni cilalanmış.

Yaşamam. Ölüm avcumdan kayıp gider.
Ben ölsem burada, dünyaya
vız gelir tırıs gider.

Umumi Tuvalet

Tanrıya sorusu
annesiyle çarşıda
umumi tuvalet arayan
küçük kızın.
(Küçük kızlar hep çekecektir bu çileyi.)

“Ne zaman öğreneceğim ben de
ayakta işemeyi?”

Ne

Kapımı kapattım, elimi kapattım.
Pijamamı giymeden rüyamı giydim.
Ne düşündüm, ne ağladım, ne de yazdım.
Yokluk gibi, hiçlik gibi
kimsenin bir an aklına gelmeden
yine sevilmeden, düşünülmeden
ve yine uykum gelmeden.

Kapımı kapattım, elimi kapattım.
Yatağıma yattım.

Şiir-den Korun (mak)

Korkma, halin kader değil
gelen olur elbet
kulağını çekmeye.

Yaka silktin böcekten, kapan!
kanatların kapanacak
yine açıldı bak acımaya.

sebebi ölümüne neden olandı fısıltın.
Yapıştın, ayrılmaz yalan
haline kan, kanmadan kendine.

Yolu yok, yüzüm asıldı, boynu kırıldı taburenin.
Hakkım saklıdır darağacında.
Yokum. Fal nedir? Ya sihirbaz?

Yine aynı dize, aynı harfler koşuyor dilimde
“gel bağlara gidelim seninle
bir bağbozumu vaktinde”*

Kızgınlığım düne hem, hem bugüne. Gelecek benim.
etiketinde adım yazıyor, kızamam.
hoşça kal’ım ben, kolum kanar.

Haberi yok kimsenin, kalem bile unuttu.
şiirim, benim ol sen!
Sır kal hep böyle, benim ol sen.

*Mehmet Tamer “Nisan Şiiri”.

Esmer

“Esmer”
de bir renktir.
İnsan rengi.

İnsan rengini verir etrafına
Etraf rengini alır insanın.
etkileşim bu kadardır normal şartlar altında.

Peki sen ne oluyorsun?

Kış

Kış vakti
Buzlu kaldırımlar
Ayağım kayıyor ve
Bir el beni tutuyor.

kaldırımlar buzlu.
El sakin, umursamaz, uslu.
Bir görevini daha tamamlamış gibi.
Ardına bakmadan içime düşüyor.

Kış vakti.
Yürüdüğüm her yer tehlike.
Kendimi düşmekten kurtarmak
bana sadece kendimi hatırlatıyor.

Düşündüğüm her şey tehlike.

Ayna

Yalnızlığım;
kolumun altında gezdirdiğim bereket aynası
bir sürü ben, bazen kalabalık ederek ortalığı
Bazen hüzün basarak,
bazen huzur kusarak…
Ben bir sürü, hep aynı ben;
Ne bereket!

Yalnızlığım;
ki kolum sancır, yüzüm ekşir
uzadıkça süresi keser elimi.
Bereketi kalbime batar
Cesareti canımı sıkar.

Yalnızlığım;
özünde eski bir aşkla sırlanmış
bir dünya penceresi.
Kalabalıklaştıkça geçmiş
gitgide netleşerek aynalaşır.

Yalnızlığım gün güne sırlanarak
kendine dünya olan bir ben’e yaklaşır.

Çok Zamanlar Biriktirme Sevdası

Hiçbir şey değildi
hiçbir şey değildi.
Ama ben aşık oldum.
O erkenden gitti.

Yapmıştık hepimiz görevimizi.
Önce tek tek insanlara ağlamıştık.
Sonra ben aşık ol (muş) dum.
O gider (di) erkenden.

Yakıyor vücudumu ianesi.
Bilemedim ne yapar bu durumda
her şeye muhtaç birisi?

Karışırım, bulandım, sularım kabarmıştı.

Hiçbir şey değildi.
Hiçbir şey değildi.
O bendim aşık olan.
Ama o erkenden gitti.

Hayal

Bir parça gün ışığı girse
bu sabah penceremden.
Ne fazla aydınlık, ne fazla sıcak;
yalnız bana sabah olduğunu duyuracak.

Ve odam kendiliğinden havalanmış olsa
içeriye bir tek gıcık sinek girmeden.

Bir de keşke kalktığımda
hazır elim yüzüm yıkanmış, kahvaltım edilmiş,
okula gidilmiş, derslere girilmiş…
Keşke hazır günüm bitmiş olsa.
Gece yatsa biri benim yerime
yeniden sabah olsa…

Veya…

Bir parça sıcak günışığı
gözümün içine girerek uyansam sabah.
Yanımda benden ayrı bir sıcaklık
yanımda seni bulsam.

O lanet, o sıcak, aydınlık güneşi,
hep olduğu yerde tutsam.

İlk

(I)

Hiçbir şey beklemez hayatta seni.
Ne zaman, ne yalnızlığın.
Karşında tanımadığın, kısacık bir geçmiş gördüğünde
yanılacaksın, panikten
ve tekrar aynı hataları yapacaksın.

Ah ellerim, güzel ellerim
beş para etmez saflığınız.
Devir orospuluk devridir
kaldınız sınıfta, en son siz ağladınız
kısa ve adi geçmişinize
boşalmış, karalanmış sıralarda.

“Varlığın kimin için anlam ifade ediyor (idiyse)
boş ver, unut gitsin” dedi (gelen bahar)

Belki de bu yüzden gittin.

(II)

Bazen hayalin geliyor gözlerimin
önüne, canlı gibi.
Yürüyor bazen, duruyor, konuşuyor.
Bilmediğim yerlerin çıkmaz yollarını anlatıyor.
Bazen de elimi tutup su bulmaya götürüyor.

Şarkı söyleyelim demiştin ya beraber
oturup çimlere, Odtü’de, beşinci yurdun önünde.
Aslında ben sadece, gözlerin hep böyle
karanlık kalmayacak diye sevinmiştim.

Bilemem ben, cahilim
işim gücüm aşk;
karanlığın bilgelik getirebileceğini
veya sana öyle geldiğini.

“Yapraklarım vardı” dedin, yolmuşlar
çıplak kalmışsın.
Çirkin çıplaklığını karanlığa yedirmeye uğraşmışsın.
Bilmez miyim, ben de kendime bunu yol edinmiştim.
Söyleyebilir miyim hiç?

Belki de bu yüzden gittin.

(Ama koyamadım işte kalbimi bir türlü
şeffaf, camdan bir kavanoza.)

(III)

Yardımın gerek, bilmiyorsun.
Zaman önümden kaçıp gidiyor,
yalnızlık dimdik, öylece dururken.

Ama yoksun işte, yardımın da yok.
Özlüyorum şiirle, aşkla ilgisi olmasa da
o ilk öpüşünü, o ilk öpüşümü birini.

Belki de bu yüzden gittin.

(IV)

Yol vardı, uçurum vardı.
Ellerin vardı sonunda.
“Yapma” dedin. “Böyle ölme.
İnsanlar beyinsiz ve körler.
Oysa sen ışıksın, uçuruma düşme.
Aydınlatamasan da benim karanlığımı,
bir yoldur ışık…
Öleyim ben, öleyim! Sen bile aydınlatamadıktan sonra beni
Yolum bitti, öleyim ben.”

(Ne kadar da yalansın be!)

Hem, bilmiyordun ki ben yalnız senin görebildiğin
bir ışıktım.
olsa olsa senin karanlığında ışırdım.

Söneyim ben, söneyim!
Sen göremedikten sonra ışığımı.

(Gitme dedim içimden, bin kere.)

Belki de bu yüzden gittin.

(V)

Vakit, seni düşünme vakti.
Seni düşünmeme vakitleri, vakit değil.

Ne kadar uğraşsam da tersi için
keşke yalnızca içimden
düşseydim üzerine.

Nasıl sinir oluyorum kendime bir bilsen!
Ama ben sana bunu zaten söyledim…

Belki de bu yüzden gittin.

İlk Böyle Sev

Düşünmeden sev, şehvetle
acımadan kalbine.

Canın yansın ve durmadan kanasın
yaran.

Yalnızlığın daha çok batsın orana burana.
Mutlu kalabalıklara canlı bomba olma hayalleri kur.
El ele gezen çiftlere en pis küfürleri et.

Yağmurda ağla,
güneşte yeşil, ıslak yapraklara bakıp hatırla…
Onu an durmadan, bir hastalık gibi.

Sinir bozucu bir süreklilikle yap bunları;
istemsiz, bilinçdışı, canın yanarak.
Karışsın ruhun, miden ağrısın,
sıkışsın kafan, soluman zorlaşsın içtiğin cigaradan
Eziyet et bedenine, acı çek.
Bir an gözün bir şey görmesin.
Ama geri dön o tehlikeli sınırlardan.

İlk böyle sev, ilkini böyle yaşa ki
taşlaşsın kalbin.
Bedenin bağışıklık kazansın acıya

İşte şimdi hazırsın
İkinci bir sevdaya.

10 Mart 2009 Salı

Eksik

Bu gece istanbul'da
herhangi bir evin /içinde çorba içilen
bir denizin ötesinde nasıl da
uzak bir yıldıza devşirildiğini gördüm.

Elim, paslı metal trabzanlarında
çok uzakta bir balkonun, bu gece
bir köprünün neme lazım
olduğunu anladım:
Küle dönmüş bir ahşap evin hayaleti
parke taşların üzerinde tıngırdarken
bu uzaktan, diğer uzağa
birkaç korkak adımla geçivermek.

Bu gece İstanbul'da
ihtivası bol baharatlı, can yakan
eski bir fotoğraf görmek demekti
dört ayaklı bir deniz anasının
tuhaf yüzüşündeki mutluluk.

Herhangi bir yerde çaresiz olabiliyor insan;
bir evde, bir omuzda, bir şehirde
altı başka, üstü başka akan bir denizde.
Yıldızlarda hazır kremalı tavuk çorbası
içmek tesellidir, halk ekmeği banarak.

Bu gece İstanbul'da,
varlığını gizlemeye çalışan
şeffaf bir deniz anasında,
ben,
bir ayak.

Hani Uykuyla Uyanıklık Arasında. Uyuyacağını da Biliyorsun Ama.

Uykuya giriyorum
otobüsle Bolu dağı yollarında
sisin içine girer gibi.
Uçurumda asılı turuncu çatılar
ve havaya konmuş yol kenarı
dinlenme tesisleri.

Yalnız göz değil esinlenen
burnumda beyaz anason kokusu
naneli yoğurtla karışık, bir yandan
ıslanmış suyunun tadı dilinde
durup dururken.

Tam ortasında sisin, aslında
bir bulutun içindesin!
Kafanın tepesinde pervane, döne döne
işte şimdi kucağında tekeri otobüsün
asfaltta sırt üstü uçabilirsin.

4 Mart 2009 Çarşamba

Yarım An

Sözüm kesilmiş gibi
kalakaldı hikayem ortada
artık kimse beni dinlemez.

Mıknatısın karşı kutbu çekmeden
önceki kısa an.
Kalem kapağına girecek
dişler birbirine değecek
Fırlayacak, yayılacak sözcükler
dilimin ucundan.

Bir kez ısırılmış elma gibi
yazık
bekleyecek eskiyerek.

Bunca zaman kapattı annem
yorganımı üzerime.
Onlarca karar verdi altın gününde
yapacağı hamurişlerini düşünürken
bir tamamlanmamış hisle
zihninin derininde.

Ne zormuş meğer
daha çok yaşamak!
Bir duvar örülür gibi
biriken yıllarca, yarım an.

3 Mart 2009 Salı

Bir Bahar

Waltz with Bashir'deki küçük ölü kız için

Bir baharım bugün.
Burnum toprağına gömülü
bin asırlık peygamberler gölgesinin.
Gözlerim mezalime kapalı.
Uyuyorum.
Bahçelerimde.

Bunca çiçek. Boşa açmışız.
Renkler ve kokusu yaşamın,
bir ateş çakınaymış.
Tozu toprağı üzerimde hep
onca yıkılmış binanın. Ama
ben hala temiz duruşundayım yeni bir başlangıcın.

Bak! Dudağımın kıvrımına gülümser gibi
Bak! Yüzeye çıkmış sol elim tutuyor göğü.
Onca yapışkan kırmızıya rağmen kıvırcık saçlarım,
bir damla kan kalmış, gözümde ancak.
Ölü, on yaşında bir bedenim.

Bir kırıntı, sessizlik
Bir duruş anı
Ateşlenmek üzere bir silahın
demirden ahlakındaki
ben. dalgalarında rüzgarın,

bir baharım bugün.

2 Mart 2009 Pazartesi

Bozkır Cahilliği

Gitsem, çiçekler elimde.
bahar kokulu çamaşır suyu
temizliğinde.

Gözümde bir hayal
günümü güzelleştiren
dört ayaklı deniz anası
nadirliğinde.

Baksam denize denize
her yüzene
gemi diyen
bozkır cahilliğinde.

Sarsam iki kanadıyla da
isli akciğerlerimin
tuz tadında havayı
sonradan gören körün
acıkmış gözlerinde
görsem göğün mavisinde.

Ağlamam, şaşırsam
yeniden doğsam, konuşmam
bakir bir zihinde.

Yeniden gitsem
bozkır cahilliğinde.

Şiir Şimdi!

Ortaokul yıllarından sayın Güneş Baltacı, üniversiteden sayın Ferhan Numan; artık zamanı gelmedi mi? Şimdiye kadarki şiirlerime imza olduğunuz için hiç de teşekkür etmiyorum, gidin len artık buradan!

# Devrik cümle ve üç nokta 'şair'leri yüzünden,
# sokakta çevirip bir liraya kitabını satan 'şair'ler yüzünden,
# kullandığı klişeleri bile en fazla elli yıl geriden alabilen 'şair'ler yüzünden,
# şiiri kafiye ve kuru laftan, şairi ahkam kesen asık surattan ibaret sanan 'şair'ler yüzünden
# şiir camiasını ukala dümbeleği bir imaja bulayan 'şair'ler yüzünden
# şiir sevmemeyi farklılık zanneden bir nesil doğuran 'şair'ler yüzünden
# şiiri birçok zayıflıkla ve sığlıkla özdeşleşmesine neden olan 'şair'ler yüzünden

(ve elbette en çok, bunları takan 'kendim' yüzünden -sayın güvensiz mükemmeliyetçilik, sana sesleniyorum: de get lan!-)

şimdiye kadar yazdıklarımı farklı mahlaslarla ve sadece en yakın çevremle paylaştım.

Artık zamanı gelmedi mi?